29 Kasım 2010 Pazartesi

Çember...

Çember…

Alanımız… “Bizim alanımız” nedir? Çember çizelim etrafımıza ve geçip tam da merkezine dikilelim, sonra da bir bakalım çizdiğimiz farazi çemberin çapına…! Kaç santim? Kaç metre? Veya kilometre mi? Orası işte “bizim” alanımız. İçine neler koyarız? Kişiden kişiye değişir. Kimisi hayata ve paylaşıma dair pek az şeyi bırakır çemberin dışında, kimisi ise daha adildir, kalem kalem olmasa bile içerik, ağırlık olarak, ehemmiyet olarak eş bir dağıtım yapar çizginin içine ve dışına… “ya içindesindir çemberin ya dışında” deyişine alternatif olarak “ya içine çekersin hayatını çemberin ya da paylaşırsın eşle dostla” demek istiyorum.

İçinde yaşadığımız dönemde çemberlerin çaplarının gün be gün (böyle mi yazılıyor bilemedim) uzadığına tanık oluyorum biraz da içim acıyarak ve hayıflanarak. Yalnızlaşıyoruz, “bizim” dediğimiz alana gittikçe daha obsesif bir şekilde sarılarak, oraya dizdiğimiz taşların bir tanesinin bile kıpırdamasına tahammül göstermeyerek.

Çemberler üzerine daha bir hayli yazasım var; hepsi o kadar farklı ki birbirinden! Kimisinin içi rengârenk, kimisinin içi kapkara. Bilerek ve isteyerek veya –mış gibi görünebilmek amacıyla özenle çizilmiş. Çembere karakterimiz diyebilir miyiz? Sesli düşünüyorum, hayır tam olarak karşılamıyor bu kavramlar birbirini, pekâlâ devam edelim. Yaşa göre değişiyor çemberin genişliği, alanının büyüklüğü, içinin derinliği. Genç yaşlarda heves ve tecrübesizlikle tüm gönlümüzü ve hayatımızı, aklımızı fikrimizi paylaşıma açarken yaş ilerledikçe farklı bir lensle bakar oluyoruz dünyaya, iş hayatına, dostluklara ve kadın-erkek ilişkilerine. Keşke o lens hala pembe olsa, artık biraz koyu yeşile çalıyor benimki, hafif bir melankoli var yani… veya yaşanmışlık. Bizim olanı, dostlarımızı, kedimizi, kıyafetlerimizi, müzik cd-lerimizi paylaşıma açmıyoruz artık eskisi gibi bonkörce! Bizim onlar! Bi-zim! Be-nim!

Aşka, sevgiye, dostluğa, kısacası paylaşıma ne kadar hasret ve aç olursak olalım, o mecralardan sevilesi bir yar çıkıp gelince ve çemberin çizgisinin dibine dikilince ayağını içeriye doğru atarken daha, yüreğimizin “hop”lamasıyla birlikte ağzımızdan da canhıraş bir “hoop!” sesi çıkıveriyor. Ya çemberimi karıştırırsa? El emeği, göz nuru çemberimizi ve içindekileri paylaşmaya, sahiplenmeye çalışırsa? Huzurumuz diyebilir miyiz çembere? Bilmiyorum… Sanmıyorum… Pekâlâ devam edelim!

Ama bir dakika, buralarda yanlış olan bir şeyler var… Kendimden hareketle bahsedeyim, karşımıza çıkan yar, affedersiniz hödük ise, bir nevi cazibe pırıltısı mı barındırıyor bünyesinde ne? Çünkü çemberimizle, onun içi veya dışı ile hiç mi hiç ilgilenmiyor adam/kadın, bırakın girip o alanı kurcalamak… Dolayısıyla cazibesi özgürlüğümüze ilişmemesi açısından baki kalıyor. Çember eşittir özgürlük müdür? Dur bakalım, emin değilim. Diğer tipoloji insanı ise gözlerinde sevgi parıltısı ve kocaman açtığı kollarıyla çemberimizin içine adeta hoplayıveriyor!

Tecrübelerimden hareketle, her ne kadar ıssız arkadaşlar kalbimizi kırsalar, canımızı acıtsalar da cürümleri, pardon sevgisizlikleri kadar yer yakarlar! Diğerlerinin açtığı yaraların kapanması ise çok ama çok uzun zaman alıyor… Onlara güveniyoruz, başta hayatımıza sokmamak veya çemberimizin sınırında gece gündüz nöbet tutarak, her çıtırtıya kulak kesilerek horozlanıyoruz ama bunun da sebebi savunma mekanizması denilen şeyin doğamızda olan mevcudiyetinin hayatımıza tezahür etmesi değil mi? Çember eşittir savunma mekanizması mı? Onu da pek bilemedim…

Ne diyorduk? Evet onlara güveniyoruz; “o” dediğim dost veya yar ikisinin de adını kalbimize yazmıyor muyuz zaten? Kaybetmekten korkmuyor muyuz? Bir farkı yok, ikisi de hayat yolunda yarenlik ediyor bize, biri- birinden daha değerli değil.

Dolayısıyla ıssız, hissiz, sığ veya ketum insanların hayatımızdaki mevcudiyetleri veya yoklukları çok büyük bir mana veya boşluk arz etmezken, sevgi dolu, dürüst ve doğal insanların varlıkları umut ve huzur, ışık ve renk getiriyor, yoklukları ise umutsuzluk, huzursuzluk, karanlık ve kara-lığa yol açıyor ruhumuzda, evimizde, dünyamızda, geleceğimizde. O halde çemberimizin genişlemesine sebep olanlar ıssız hödükler değil, sevgi kelebekleridir diyebilir miyiz? Bence EVET.

Peki, hayatta hiçbir şey sonsuz değildir düsturuna kalben ve zihnen katılan biri olarak ne yapmalıyım? Tek lokmalık güdük ilişkilerle içimi kuruturcasına biraz kırmızı (hafif tutku içeriyor olabilir-manasında) bir yaşam mı sürmeliyim? Yoksa çemberimin genişlemesi pahasına bana yüreğini açana yüreğimi açarak, elinden tutup mahremime alarak, paylaşarak, paylaşarak, çoğaltarak mı geçirmeliyim hayatımın devamını? Sonra giderse üzüleceğim şimdiden kasayım kendimi, üzemeyecek olana yönleyim mi? Yoksa seviliyorum ne güzel, sevgiye layık görülmek bir insanın ulaşabileceği en tepedeki tahttır diyerek tadını mı çıkarmalıyım?

Bu yazıyı bu kadar uzatmamın sebebi önünde iki seçenek olacak kadar şanslı veya şanssız bir insan olmam!

Ve henüz karar verememiş olmam…

Ve henüz çemberi tanımlayamamış olmam…

12 Kasım 2010 Cuma

Çalakalem

“Kız çocuğu” yazı yazmaya hangi vesile ile başlar…
Âşık olunca sanırım en azından benim için öyle oldu. Sonra da öyle devam etti. Dönüp bakınca en çok içimi sızlatan şeylerden biri 13 yaşındayken yani ilk âşık olduğumda doldurduğum defterleri, bir ara kapıldığım anlık öfke seliyle birlikte fırlatıp atmış olmam… Herhalde biriktirdiklerimin içindekilerin en kıymetlileri olurlardı şimdi, ama yok işte.
Olsun, elde var sıfır DEĞİL, kalp hala aynı kalp, anılar hala yerli yerinde, ilk aşk heyecanının verdiği o garip coşku da hala içimde bir yerlerde. Ara ara kimilerine görünüyor, bastırılmıyor. Zaten ben duygularını bastıran, sakin bir insan olamadım pek. Hep bir şeylere kapıldım sürüklendim; bazen öfke seline, bazen sevgi seline, tutku, arzu, isyan seline… Hepsi bir şekilde iç içe değil mi zaten?
Bu yazıyı niye yazıyorum onu anlatacaktım aslında… Heyecanlıyım çünkü ilk defa bir blogum olacak can dostlarımın da desteklemeleriyle :) Bana heyecan vermesinin sebebi birden çok kişiye ulaşacak olması yanında, günlüğümü birilerine okutacak olmam! Çünkü yaşadığım şeyleri yazmayı seviyorum; birebir kendi yaşadıklarım veya duyduğum gerçek hikâyelerin beni etkileyip yoğurmuş, bende bir şeyleri şekillendirmiş olmaları heveslendirip oturtuyor beni bilgisayarın başına. Aslında çok klasik bir insanım, öyle görünmesem de eskiye ve elle tutulur olana çok bağlıyım. Sıvaşan mürekkep ve çevrilmekten buruşan sayfaların yerini dijital hiçbir şey tutamaz; bu da bitmek tükenmek bilmeyen bir kitap yazma hevesine getiriyor ki, oraya varmak için daha çok fırın ekmek yemeliyim, farkındayım. Acemilikten korkan birisi için bu adımlar bile cesurca diye düşünüyorum, yazdıklarımı okumaya değer bulduğunuz için de size tekrar teşekkür ediyorum…
Aşk ve yazı ilişkisinin başlangıcına geri dönecek olursak; o ilk defterlerin saflığını pek az şey karşılar. Kim bilir neler vardı içinde? “Onu seviyorum, seviyorum. Allah’ım ne olur bugün karşılaşalım” gibi şeyler hatırlıyorum yarım yamalak… kar-şı-la-şa-lım!!! O yaşlardan bu yaşlara ne çok şey değişti değil mi? Karşılaşmak en kıymetli şey iken gittikçe arzular ve istekler başka boyutlara varmaya sonunda toplumsal bir itelemeyle de birlikte ev-le-ne-lim’e varır oldu. El ele tutuşmak, öpüşmek, sevişmek, sohbet etmek, hep bir arada olmak, aynı evde yaşamak, hayatları imza yoluyla birleştirmek yolunda hangilerini kalben içimize sindirdik, hangi noktaya gerçekten isteyerek vardık, hangileri ister istemez peşi sıra geldi bilemiyorum. Öyle olması gerektiği için yaşanan o kadar çok hikâye duyuyorum ki… Bu hikâyelerin bir yerlerinde çalakalem başlayan yazı susuyor, öyle değil mi? O rutinin içinde neyi yazayım diyorsunuz… Ben dedim.
Sonra güllük gülistanlık rutin rayından çıkmaya başlıyor, sarılıveriyoruz yine kâğıda kaleme, içimizi dökeceğiz yahu, insanız; biz de bir şekilde rahatlayacağız. Derinlerde bir yerlerimiz acıyor, çok acıyor ama bakıyoruz paylaştıkça kabuk bağlamaya başlıyor; defterle veya dostlarla, fark etmez, kendimizi iyileştirmeyi biliyoruz; sonra bir bakıyoruz kabuk düşmüş altından kan filan sızmıyor artık. Acı yok :) rahatlamışız, kendimize güvenimiz yerine gelmiş… İzlere gelince bazıları hala yerli yerinde duruyor derini/incesi, hatırlatmak için bize yaşadıklarımızı, neyi niçin yaptığımızı, kimin niye peşinden koştuğumuzu, hangi yola niçin girdiğimizi, bu noktaya nasıl geldiğimizi… Yıllar geçtikçe onlarla daha güzel olduğumuzu düşünüyorum, bizi işlenmemiş altından (tamam biraz egosantrik oldu) mücevhere dönüştürdüğü için… Küpeyle, bilezikle, kolyeyle, yüzükle dolaşmak daha zarif ve güzel ve çekici ve gizemli değil mi, pırıl pırıl bir altın parçası olmaktansa? Aynaya bakıyorum ve 13 yaşındaki kız çocuğundan daha güzel buluyorum kendimi; gözlerim daha manalı bakıyor, duruşumdaki ağırlığı daha çekici buluyorum… Hepimiz değerliyiz, altınız ama işçilik var ya bir de yılların getirdiği, o işte paha biçilemez, bence! Bunu da belki, kısmen, bizi bu noktaya getiren, arkasından bin bir türlü gözyaşı döktüğümüz, camı çerçeveyi indirdiğimiz ve aslında buna değen/değmeyen aşklarımıza borçluyuz…
Ne olur aşk hiç bitmesin ve biz hep yazalım!