23 Aralık 2010 Perşembe

Yılsonu Piyesi

Gün sonu, ay sonu derken yılın da sonunu getirdik…
Aslında koymayı düşündüğüm yazı başkaydı ama seneyi “deprem çantası” ile bitirmek istemedim… Dolayısıyla işte ufak bir yılsonu muhasebesi!
Tuhaf bir yıl oldu benim için. Hem zihnimde (iş-güç) hem de kalbimde (aşk-meşk filan) kalan yarımları ve yamalakları nihayete erdirmiş olmanın hafifliğinin tadını çıkarmak istiyorum bir süre. Zaman taze başlangıçlar zamanı, yeni hikâyeler zamanı, biraz kedi, biraz yazı zamanı! Gezdik tozduk aman aman da, sıraya dizdi mi bizi zaman bilemiyorum. Onun muhasebesini ömrümün sonuna bırakacağım sanırım zira henüz heves ve keyif yerli yerinde duruyor.
Kim bilir ne dilekleri var tanıdıklarımızın, tanımadıklarımızın… Duymak isterdim herkesin kalbinden geçeni. Benim için yılın başı eylül olurdu hep neden bilmem, yaz sonu olduğundan mıdır, okul zamanından kalma bir hissiyat olduğundan mıdır nedir, aralıktansa eylülde düşen yapraklarla açıldı sayfalar benim hayatımda hep… Ama bu sene farklı. Bu sene Aralık geldi çöktü bitirdikleriyle birlikte omzuma, kabul ettirdi bana yılın başının sonunun “kim” olduğunu.
Şimdi sahneye bakıyorum, karşımda birileri duruyor hareketsiz. Kimisi rengârenk ve hayat dolu, kimisi siyah, karanlık ve umutsuz, kimisi beyaz ve tertemiz; sahneye bakıyorum, karşımda bir şeyler duruyor hareketsiz. Bazısı kitap, bazısı kanun, bazısı kalemle kağıt bunların… İçime sinenler var, sinmeyenler var sahneye uyarladığım, kendim hazırladığım yılsonu piyesimde.
Şimdi gözlerimi kapatacağım inecek tepedeki perde ağır ağır. Yeni yılda, gözlerimle beraber açılan perdenin ardında ise sadece içime sinenleri göreceğim, biliyorum. Aynı oyunu yönetip oynamayacağım, bu sahneleri bir daha bir arada, ard arda ve karmakarışık görmeyeceğim… Çünkü biliyorum ki kalbi, zihni biraz olsun değiştirip tıkanan yollardan ötesini görmeye başlayınca gerisi çorap söküğü gibi geliyor.
Şimdi ister adına tuval diyin, ister sahne, ister hayat, yeni şeyler yaratma zamanı. Olmamışlıkları, -mış, -miş gibileri ve keşke-leri bırakıp umut ve hevese sarılma zamanı…
Ya da aynı filmi, önümüzdeki sene yine tam bu zamanlarda izleyeceğin gerçeğiyle yüzleşmek zamanı…
Yeni yılın hepimize, hepimiz için en güzel ve doğru anları yaşatması ve hatırladıkça bizi gülümsetecek anılarla doldurması dileğiyle, hep sevgiyle…

14 Aralık 2010 Salı

Küpe...

Bazı ilişkiler ne kadar apar topar başlıyor değil mi? Başlangıçlar çok ani olunca, (ukalalık yapayım biraz) hukuk dilinde bir “askıda hükümsüzlük” hatta “ölü doğma” halinden söz etmek çok da yanlış olmayabiliyor aslında. Bir adama/kadına ne kadar süre içinde alışırsınız? Bugünden yarına değil herhalde, yanlış mıyım? Gerçi spontanlık keyiflidir hele benim ona büyük saygım ve bağlılığım var ama zar zor kurduğumuz çekirdek hayatlarımızın içine birisini paldır küldür, sancısız sokabilecek kadar kaçımız gözü karayız bilemiyorum… Ya da belki karşımızdaki gözümüzü karartamıyor! İşte yine karşı tarafa fatura ettik bir şeyin hatalı başlangıcını ve bu başlangıcın getirdiği sonu, ya da sonun başlangıcını. Savunma mekanizması… Eh, bu yaşta normal!

Her neyse sonuç itibariyle aniden başlayan ilişkilerde heyecan, gizem, sihir, (bittabi öyle bir şeyin varlığından söz etmek mümkünse) heves filan, ne varsa bir tutam eksik kalıyor. Bu eksikle de ancak kör topal ilerlenebiliyor. Belki pragmatist ve acımasızca bir düşünce ama “bana iyi geldi mi?” diye soruyorsunuz ardından, evet bir bakıma, çünkü yine kendimizi tanımamıza yardım ediyor, neyi isteyip neyi istemediğimizi, bir ucu yaşadıktan sonra koştuğumuz öbür ucun da bizi mutlu etmeye kadir olmadığını görmememizi ve artık ortalarda gezinmenin en sağlıklısının olduğunu anlamamızı sağlıyor. Sanırım burada kilit nokta başından son sahnesini apaçık izleyebildiğimiz filmi yorucu “bazı” festival filmleri misali uzattıkça uzatmamak. Yormamak ve yorulmamak… Denemek ve yanılmak için uygun bir zaman öngörmek; kimsenin hisleriyle oynamamak ve kendi kendimizi aldatmamak için tam da kâfi olan kum tanesi adedini tahmin etmek…

Gönül işlerinin elbet bir kuralı olmuyor ama son yıllarda yaşadıklarıma bakınca, tam da istediğim zamanda kendime o sırada itiraf edememiş bile olsam, istediğim şeyleri yaşadığımı görüyorum. Çoğumuz bunaldığımız ilişkinin aksine koşmuyor muyuz? Ben öyle yapıyorum… Kimisi huzur ve güven dolu oluyor, kimisi aşk ve tutku, kimisi bir yere varmıyor (ki varması da zaten gerekmiyor) ama hepsi de gerçek oluyor çünkü ruhumuzun aradığına gidiyoruz… Kendimizi tanıyoruz, sınırlarımızı heyecan, gözyaşı, hayal ve hayal kırıklığı, huzur ve huzursuzluklarımızla birlikte koordinat sisteminde bir yere oturtuyoruz; oturttuğumuz o noktayla barışıyoruz ve farkındalıklarla devam ediyoruz ki bence işte bu paha biçilemez olan! Hayat tecrübesi, karakter gelişimi, duygu analizi ve bakış açısında “derece farklılıkları” ile birlikte bulanıklıklar işte böyle yok oluyor, net görme ve emin yürüme anlamında bize büyük katkılar getiriyor.

Galiba eninde sonunda ne yaşanırsa yaşansın, pişman olmamak, yaşanmışlıkların içinden artı değer çıkartabilmek, istediklerimizi ama “gerçekten sadece ve sadece istediklerimizi” yaşadığımızdan emin olmak, bununla birlikte isteklerimizi daha bilinçli ve gerçekçi bir şekilde belirlemeyebilmek en önemlisi… Hayata, sırf kadın erkek ilişkilerine dair değil, her türlü iş, dostluk, aile, sosyal çevre ve aşk ilişkilerine bu gözlükleri çıkarmadan bakmak ve gördüğümüzü beğenmek…

Hayat güzel, yaşamak çok güzel, istediklerimizi yaşadığımızı bilmek ise büyük huzur demek… Benim için en azından… Şapkanızı önünüze koyun ve dürüstçe düşünün bir hele, arzularınızı ve yaşadıklarınızı gözünüzün önüne getirin… üşenmeyin üşenmeyin, yapın lütfen bunu ama aradan bir şeyler eksiltmeden! Dürüstçe demiştik… bunların kaçı “kendim ettim kendim buldum” çuvalına ait değil…?

Benim artık ortalıkta yayıntım yok, mutluyum, huzurluyum, barıştım ben, küsmek yorucu!

Ha kıssadan hisse, geçenlerde Ankara’dan dönerken Havaş durağında tostumla portakal suyuma eşlik etsin diye aldığım küçük ve garip bir kitabın ilişkilere ve benim yaşamak istediklerime dair bu kadar aydınlatıcı olacağını rüyamda görsem (bu da ne demekse)inanmazdım.

Şöyle ki; kitapta, yaşadığınız ilişkiyi iki kriterde değerlendirin diyor,

İlki: ilişkiniz sizi onurlandırıyor mu? Onur derken, yani gururunuzu kırıyor mu, ya da gururunuzu okşuyor mu?

İkincisi: size huzur veriyor mu?

Bunların birinden birinin eksik olduğu ilişkiden uzak durun diyor… Kendinize verdiğiniz değeri düşürmeyin ve huzursuzluk yaşayarak hayatınızın kalitesini bozmayın diyor…

Kulaklarımıza küpe olsun, hepimizin…

Sizin de…

Ve sizin de…!

10 Aralık 2010 Cuma

Dantel..

Ne kadar zarif de olsa eskiden kafamızı her çevirdiğimizde hiç istemediğimiz yerlere örtülü bulduğumuzdan mıdır nedir, dantel yorucu bir hissiyat yaratır bizim hemşerilerde az biraz. Elektrikli aletin mütemmim cüz’ü olmasından bağımsız, hayatımıza modayla ara ara girer ve sessizce çıkar. Aslında epeyce kıymetlidir çünkü el emeği göz nurudur ancak hak ettiği değere pek güçtür ulaşması.
Hayatı dantele benzettim birden de oradan çıktı bu yazı… Binbir şekilde işlenmiş, binbir motifle, folklorik desenle bezeli, irili ufaklı danteller gibi değil mi hayatlarımız?
Alıyoruz tığı, başlıyoruz inceden elimizin erdiğince işlemeye, kimimizinki derya gibi bir masa örtüsü oluyor içinde hayrete düşüren şekiller barındıran, kimimiz de tığı elimizden düşürüveriyoruz takdir-i ilahi’nin zamanlı, zamansız dokunuşuyla; yarım kalıyor elimizde avucumuzda başladığımız, belki sadece küçücük bir önlük yakası kadar…
Kim bilir belki de ne işleyeceğimizi bilmeden başlamalı, nasılsa biz göçtükten sonra bir şeye benzetecekler hayatımızı, alıp örtecekler onu neyin üzerine yakıştırıyorlarsa…

6 Aralık 2010 Pazartesi

Dokunuyor bana...

Dokunuyor bana…
Sevdiğim insanların acı çekmek istemeleri, bundan vazgeçememeleri, girdabın içini kendilerine mesken tutmaları çok dokunuyor. Elimi, kolumu, beynimi, ruhumu, kalbimi akıtmak, bir sopanın ucuna tutturup uzatmak istiyorum derine, onları oradan çıkarmak istiyorum, yapamıyorum. Yapamamak dokunuyor bana…
Ya keçeleştirmeye çalışıyorlar kalplerini, ya maskelerin ardına gizleniyorlar, ya duvarlardan duvar beğeniyorlar kilden, kerpiçten, tuğladan, ytongdan ne varsa etraflarına örecek, ya da olmadıkları bir insana dönüşmek için varlarını yoklarını buna harcıyorlar aslında başaramayacaklarını içten içe bilerek…
Bu kadar u-mutsuzluk dokunuyor bana…
Coelho’nun eserinden uyarlanma bir film seyrettim az önce. “Veronica decides to die” – “Veronica ölmek istiyor” demişler adına. Umutsuzlukla başlayıp mutluluğa vardı film ama o tanıdık yüz ifadeleri içime kazındı, şimdi de çıkmıyorlar bir türlü zihnimden. Eşime, dostuma benzetmek o filmdeki karakterleri, dokunuyor bana…
Sen de dokunuyorsun bana… Heyecanın, telaşın, kendinden kaçma hevesin, başka biri olursan mutsuzluğundan ve hezeyanlarından kurtulacağını sanman kalbime dokunuyor. Ellerini tutmak istiyorum sıkıca, “canım benim, bir başka yol daha var” demek istiyorum. Bunu dememe ramak kalmışken her seferinde kayıplara karışman dokunuyor bana… Ukalaca okuduğun “o bildiğinin” de aslında hiçbir boka yaramadığını görmek dokunuyor bana…
Usulca, hayır son derece hoyratça dokunduğun kalbimin, çaresizce var olan dokunulmuşluğu artık dokunuyor bana…
Şahit olduğum bunalımına üzülüp üzülüp de bir damla gözyaşı bile dökememek dokunuyor bana…
Kendim için yıllarca neden bilmem zırıl zırıl ağlayıp da şimdi sana ağlayamamak dokunuyor bana…
Çok dokunuyor be canım…

3 Aralık 2010 Cuma

Metruk...

Senin davranışların, üslubun ve tutumun, bana "hayatta en nefret ettiğim şeyler" diye bir kavram olduğunu gösterdi… Ne acı...!

İnsanın bakış açısı, hayat görüşü, duruşu çok kolay değişmese de revizyona uğruyor elbet zaman içinde. Yerimizde saymak ve bir lokmacık dahi değişmemek marifet değil zira. Hayat ve iletişim gereği alıyor, veriyoruz. Duygularımızı, kalbimizi, düşüncelerimizi ve ruhumuzun derinliklerini, karanlıklarını, alışveriş metası haline getiriyoruz ister istemez. Bu yaşanmışlığın sadece ruhsal değil, fiziksel bütünlüğümüzde, görünümümüzde de yansımaları oluyor elbette… Yaşıyor ve değişiyoruz. Bakışlarımız kimi zaman parıldıyor, kimi zaman derinleşiyor, kimi zaman buğulanıyor, bazense donup kalıyor. Dudaklarımız yukarı kıvrılıyor, gözlerimizin kenarında küçük kırışıklıklara sebep oluyor. Gülüyoruz… İzleri belirginleşip kalıcı oluyor yüzümüzde. Endişeleniyoruz, hop iki kaş arasına yerleşmiş bir türlü silinmeyen iki ince çizgi… Nedense dudaklarının iki ucu yukarı kıvrık insanlara daha çabuk ısınırım yıllardır.. Sanki gülmek üzerelermiş gibi görünürler gözüme.
İnsanlar değil sadece yaşananın izini taşıyan… şehirler, sokaklar, evler… Birkaç zamandır pırıl pırıl ve bakımlı evlerdense metruk ve bakımsız, eski püskü binaların ışıltısı daha özel gelmeye başladı bana. Yaşanmışlıkları çatlaklarında, dökülen sıvalarında, eksik tuğlalarında ve kırık tırabzanlarında barındırdıkları için. Gençliklerinde çenelerini sıkı sıkı tutup artık konuşmaya, dökülmeye başladıkları için..
Evler mahremdir. İçinde yaşayanların sesi sinmiştir duvarlara, kokusu da havasına karışmıştır. Kavgalar, mutluluklar, hüzünler ve eğlenceler yaşamış, sığınak olarak ellerinden geleni yapmışlardır efendilerini “her bir şeyden” korumak için.
Çocukluğum Çapa ve Ataköy’de geçti. Ama esas Beyazıt’ta diyebilirim. Yuvam oradaydı çünkü 4-5-6 yaşımı hep orada geçirdim, ardından yazları Mediko’da çocuk doktoru olarak çalışan annemi ziyaretlerimde Süleymaniye Çocuk Kütüphanesi’nde geçirdiğim vakitler, sahaflar, Mediko’nun arka bahçesindeki özel anaokulu ve bir sürü incir ağacı aklımda iz bırakanlar… En sevdiğim ağaçtır incir ağacı, belki de kokusu beni mutlu çocukluğuma geri yolladığından, onun varlığına bir nefes uzaklığında olduğundan…
Bir süredir yine Vezneciler’de, Beyazıt’ta sonra da Çukurcuma’da dolaşmak, düşünüp yazmak istiyorum kendim için, yine kendime. Oradaki dokunun besleyici olduğuna inanıyorum, ya da zamanın popüler deyimiyle antioksidan… Kim bilir belki de ruhumuzdaki toksinlerden arınma yöntemi budur, en azından benim için.
Her insanın hayatında en az bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Tüm planın bozulduğu, bazı şeylerin tepetaklak gitmeye başladığı, öfkenin, hüznün, umutsuzluğun kabardığı… Bazen bir yakını ebediyete yolcu etmekle, bazen işsiz parasız kalıp üçün beşin hesabını yapmak zorunda olmakla, bazen başka bir yere taşınmayla, bazen “yalnız” kalmakla, bazen de fazla kalabalıklaşmakla… Genelde istem dışı..!

1 Aralık 2010 Çarşamba

Cadı

Cadı…

Nedense bu aralar büyüye taktım. Cadı filan olmak istiyorum galiba…

Kedi halihazırda var, heves de var bolca, saçımı da kızıla boyattım mı olur mu acaba? De ki oldu, bıdı bıdı bir şeyler mırıldanıp elimdeki kalemi uzattım, ve sonra hooop, aa bir saniye, mola mola…! Neye uzattım? Bilmiyorum. Peki, kime uzattım o halde? Onu da bilmiyorum! Sanırım problem burada başlıyor, hem de öyle yenilir yutulur bir lokma değil bu sorun. Ne istediğini, veya kimi istediğini bilememek…!!

Kendimizi kötü veya moralsiz hissettiğimizde sarıldığımız quantum fizik kitapları veya secret-imsi düşünce biçimleri hepsi bas bas ne diye bağırıyorlar? (bu arada bunları çok ciddiye aldığımdan değil, yanlış anlamayınızJ) ama bağırıyorlar işte, dedikleri de “ne istediğini bil ve ona odaklan.” O kadar kolay mı ne istediğimizi bilmek? Ne istediğini bilmek ve bundan emin olmak için çok fazla şey görmüş ve arasından “o da değil, bu da değil, şu da değil, aaa bu…! İşte bu, ben bunu istiyorum!” demek gerekmiyor mu? Madem o kadar çok şey yaşamadık, nereden biliyoruz ki dilediğimizin bize bizi uzun süre idare edecek kadar mutluluk bahşedeceğini? Bilmiyoruz, doymuyoruz, fazlasını istiyoruz. Hep değil ama genelde, hepimiz değil ama çoğumuz!

İnsan hayatının ana eksenleri nedir? Veya olmazsa olmazları diyelim; sağlık, aile, aşk ve iş değil mi? Para demeyeceğim, o da işle bağıntılı zira yahut mirasla ki onun da aileye dair bir ilintisi var. Sağlık evet hepimiz burada istediğimizi biliyoruz. Sağlıklı olmak! Ha alkol ve sigaraya yapışıp duruyoruz, çelişiyoruz ama neyse buna girmeyeceğim, orası Osman Müftüoğlu’nu ilgilendirir. Aileye gelince kimimiz şanslıyız, ailemiz eğer bir seçme şansımız olaydı tam da seçeceğimiz aile tipi gibi çünkü kimimiz ise şanssızız ama değiştirebileceğimiz pek bir şey yok burada… aşk ve iş konularında ise biraz daha inisiyatif sahibiyiz değil mi? E tamam, demin dedik cadısın/büyücüsün hadi şunu istiyorum de, bu adamı/kadını istiyorum de. Hmmm o kadar kolay değil işte!

Müsaadenizle kadın erkek durumundan başlayacağım. İstediğimiz adam/kadın neden olmadı yahut oldu da bitti maşallah? MUTLU olunmadı çünkü! Ya o olmadı çekti gitti, ya da siz sevmiştiniz ama bitti. Aynı insanın vücudunda, aynı insanın ruhunda başka davranışlar aradınız belki, ama benim yaşlardakiler artık hamur gibi yoğrulmuyorlar, gidiveriyorlar. Mutsuz olanı, arkasına dönüp gideni niye isteriz ki? “İlla bununla mutlu olucam, bu da benimle mutlu olsun” demek ne kadar aptalca ve çocukça! (çocukça olduğu anlaşılsın diye –olucam- yazdım) Bir şekilde hepimiz aşk acısı çekmedik mi? veya çekmiyor muyuz? Ya da gideni özlemiyor muyuz? Mutlu olmadığımız veya etmediğimiz insanı mı istiyoruz hala yani? Asamızı ona mı doğrultuyoruz? Evet diyorsanız bencilsiniz, bencillikle, tutturmakla, inatla mutluluk gelmez. Evet demiyorsak kim var karşımızda? Uzaktan beğendiğimiz, henüz bir şey veya pek bir şey yaşama fırsatını bulamadığımız insan mı? Aaah ah, neler yüklüyoruz o insancığın sırtına! Kırılmışlığımızı tamir etsin, bizi mutlu etsin, başucumuzdan ayrılmasın, saçımızı filan okşasın, güçlü olsun ama kaba olmasın, sevecen olsun ama boğmasın, huzurlu olsun ama baymasın, tutkulu olsun ama vur diyince öldürmesin, sakin olsun ama monotonlaşmasın, bunları yaptı ama yetmez çorbayı hüpleterek içiyor dolayısıyla yukarıda saydıklarımızın kıymeti yok, adam amele…! Böyle bir adam da yok kadın da, bu durumda benim de şimdilik kimsem yok… sizin varsa ne güzel…

İşe gelince… bazılarımız yaptığı işle çok mutlu, bence bu büyük bir şans veya beceri veya doğru tercihe yönelmeyi sağlamış sivri bir zekaya işaret. Çoğumuz ise mutlu değil. Ressam mı olsaydım, psikolog mu, yok yok mimar, ha bir dakika organik tarım yapayım, ya da ben fena yazmıyorum, yazar olsam (bu ben – bencilce), yaaa evimin kadını/adamı olayım, hayıır atlet, heykeltraş veya veteriner olayım yahut Osmanlıca öğreteyim falan filan… Hiç bunların birini denedik mi? Karar verdik mi, hangisini olacağız? Maymun iştahlılığı bırakıp birinde sebat edecek miyiz?

Neyse, sonuç itibariyle diyeceğim şudur ki elimizin altında en güçlü iksirler olsa da, binip uçabileceğimiz bir süpürgemiz olsa da esas önemli yegane cüz, bilinçli ve daimi arzu! O varsa belki başka bir şeye ihtiyacımız da yoktur, kim bilir? Denemeye değer, kesinlikle değer! Klişeleri, konforu boş verip arzulamaya, çabalamaya, en azından aynı noktada inançla durmaya değer. Şimdi inanmıyor olabilirsiniz ama bir gün çocuk hukuku konulu yüksek lisans tezimden başka bir kitabın üzerinde adımı görürseniz belki biraz daha…

Brida’yı okuyayım hele, devamı gelecek!