23 Aralık 2010 Perşembe

Yılsonu Piyesi

Gün sonu, ay sonu derken yılın da sonunu getirdik…
Aslında koymayı düşündüğüm yazı başkaydı ama seneyi “deprem çantası” ile bitirmek istemedim… Dolayısıyla işte ufak bir yılsonu muhasebesi!
Tuhaf bir yıl oldu benim için. Hem zihnimde (iş-güç) hem de kalbimde (aşk-meşk filan) kalan yarımları ve yamalakları nihayete erdirmiş olmanın hafifliğinin tadını çıkarmak istiyorum bir süre. Zaman taze başlangıçlar zamanı, yeni hikâyeler zamanı, biraz kedi, biraz yazı zamanı! Gezdik tozduk aman aman da, sıraya dizdi mi bizi zaman bilemiyorum. Onun muhasebesini ömrümün sonuna bırakacağım sanırım zira henüz heves ve keyif yerli yerinde duruyor.
Kim bilir ne dilekleri var tanıdıklarımızın, tanımadıklarımızın… Duymak isterdim herkesin kalbinden geçeni. Benim için yılın başı eylül olurdu hep neden bilmem, yaz sonu olduğundan mıdır, okul zamanından kalma bir hissiyat olduğundan mıdır nedir, aralıktansa eylülde düşen yapraklarla açıldı sayfalar benim hayatımda hep… Ama bu sene farklı. Bu sene Aralık geldi çöktü bitirdikleriyle birlikte omzuma, kabul ettirdi bana yılın başının sonunun “kim” olduğunu.
Şimdi sahneye bakıyorum, karşımda birileri duruyor hareketsiz. Kimisi rengârenk ve hayat dolu, kimisi siyah, karanlık ve umutsuz, kimisi beyaz ve tertemiz; sahneye bakıyorum, karşımda bir şeyler duruyor hareketsiz. Bazısı kitap, bazısı kanun, bazısı kalemle kağıt bunların… İçime sinenler var, sinmeyenler var sahneye uyarladığım, kendim hazırladığım yılsonu piyesimde.
Şimdi gözlerimi kapatacağım inecek tepedeki perde ağır ağır. Yeni yılda, gözlerimle beraber açılan perdenin ardında ise sadece içime sinenleri göreceğim, biliyorum. Aynı oyunu yönetip oynamayacağım, bu sahneleri bir daha bir arada, ard arda ve karmakarışık görmeyeceğim… Çünkü biliyorum ki kalbi, zihni biraz olsun değiştirip tıkanan yollardan ötesini görmeye başlayınca gerisi çorap söküğü gibi geliyor.
Şimdi ister adına tuval diyin, ister sahne, ister hayat, yeni şeyler yaratma zamanı. Olmamışlıkları, -mış, -miş gibileri ve keşke-leri bırakıp umut ve hevese sarılma zamanı…
Ya da aynı filmi, önümüzdeki sene yine tam bu zamanlarda izleyeceğin gerçeğiyle yüzleşmek zamanı…
Yeni yılın hepimize, hepimiz için en güzel ve doğru anları yaşatması ve hatırladıkça bizi gülümsetecek anılarla doldurması dileğiyle, hep sevgiyle…

14 Aralık 2010 Salı

Küpe...

Bazı ilişkiler ne kadar apar topar başlıyor değil mi? Başlangıçlar çok ani olunca, (ukalalık yapayım biraz) hukuk dilinde bir “askıda hükümsüzlük” hatta “ölü doğma” halinden söz etmek çok da yanlış olmayabiliyor aslında. Bir adama/kadına ne kadar süre içinde alışırsınız? Bugünden yarına değil herhalde, yanlış mıyım? Gerçi spontanlık keyiflidir hele benim ona büyük saygım ve bağlılığım var ama zar zor kurduğumuz çekirdek hayatlarımızın içine birisini paldır küldür, sancısız sokabilecek kadar kaçımız gözü karayız bilemiyorum… Ya da belki karşımızdaki gözümüzü karartamıyor! İşte yine karşı tarafa fatura ettik bir şeyin hatalı başlangıcını ve bu başlangıcın getirdiği sonu, ya da sonun başlangıcını. Savunma mekanizması… Eh, bu yaşta normal!

Her neyse sonuç itibariyle aniden başlayan ilişkilerde heyecan, gizem, sihir, (bittabi öyle bir şeyin varlığından söz etmek mümkünse) heves filan, ne varsa bir tutam eksik kalıyor. Bu eksikle de ancak kör topal ilerlenebiliyor. Belki pragmatist ve acımasızca bir düşünce ama “bana iyi geldi mi?” diye soruyorsunuz ardından, evet bir bakıma, çünkü yine kendimizi tanımamıza yardım ediyor, neyi isteyip neyi istemediğimizi, bir ucu yaşadıktan sonra koştuğumuz öbür ucun da bizi mutlu etmeye kadir olmadığını görmememizi ve artık ortalarda gezinmenin en sağlıklısının olduğunu anlamamızı sağlıyor. Sanırım burada kilit nokta başından son sahnesini apaçık izleyebildiğimiz filmi yorucu “bazı” festival filmleri misali uzattıkça uzatmamak. Yormamak ve yorulmamak… Denemek ve yanılmak için uygun bir zaman öngörmek; kimsenin hisleriyle oynamamak ve kendi kendimizi aldatmamak için tam da kâfi olan kum tanesi adedini tahmin etmek…

Gönül işlerinin elbet bir kuralı olmuyor ama son yıllarda yaşadıklarıma bakınca, tam da istediğim zamanda kendime o sırada itiraf edememiş bile olsam, istediğim şeyleri yaşadığımı görüyorum. Çoğumuz bunaldığımız ilişkinin aksine koşmuyor muyuz? Ben öyle yapıyorum… Kimisi huzur ve güven dolu oluyor, kimisi aşk ve tutku, kimisi bir yere varmıyor (ki varması da zaten gerekmiyor) ama hepsi de gerçek oluyor çünkü ruhumuzun aradığına gidiyoruz… Kendimizi tanıyoruz, sınırlarımızı heyecan, gözyaşı, hayal ve hayal kırıklığı, huzur ve huzursuzluklarımızla birlikte koordinat sisteminde bir yere oturtuyoruz; oturttuğumuz o noktayla barışıyoruz ve farkındalıklarla devam ediyoruz ki bence işte bu paha biçilemez olan! Hayat tecrübesi, karakter gelişimi, duygu analizi ve bakış açısında “derece farklılıkları” ile birlikte bulanıklıklar işte böyle yok oluyor, net görme ve emin yürüme anlamında bize büyük katkılar getiriyor.

Galiba eninde sonunda ne yaşanırsa yaşansın, pişman olmamak, yaşanmışlıkların içinden artı değer çıkartabilmek, istediklerimizi ama “gerçekten sadece ve sadece istediklerimizi” yaşadığımızdan emin olmak, bununla birlikte isteklerimizi daha bilinçli ve gerçekçi bir şekilde belirlemeyebilmek en önemlisi… Hayata, sırf kadın erkek ilişkilerine dair değil, her türlü iş, dostluk, aile, sosyal çevre ve aşk ilişkilerine bu gözlükleri çıkarmadan bakmak ve gördüğümüzü beğenmek…

Hayat güzel, yaşamak çok güzel, istediklerimizi yaşadığımızı bilmek ise büyük huzur demek… Benim için en azından… Şapkanızı önünüze koyun ve dürüstçe düşünün bir hele, arzularınızı ve yaşadıklarınızı gözünüzün önüne getirin… üşenmeyin üşenmeyin, yapın lütfen bunu ama aradan bir şeyler eksiltmeden! Dürüstçe demiştik… bunların kaçı “kendim ettim kendim buldum” çuvalına ait değil…?

Benim artık ortalıkta yayıntım yok, mutluyum, huzurluyum, barıştım ben, küsmek yorucu!

Ha kıssadan hisse, geçenlerde Ankara’dan dönerken Havaş durağında tostumla portakal suyuma eşlik etsin diye aldığım küçük ve garip bir kitabın ilişkilere ve benim yaşamak istediklerime dair bu kadar aydınlatıcı olacağını rüyamda görsem (bu da ne demekse)inanmazdım.

Şöyle ki; kitapta, yaşadığınız ilişkiyi iki kriterde değerlendirin diyor,

İlki: ilişkiniz sizi onurlandırıyor mu? Onur derken, yani gururunuzu kırıyor mu, ya da gururunuzu okşuyor mu?

İkincisi: size huzur veriyor mu?

Bunların birinden birinin eksik olduğu ilişkiden uzak durun diyor… Kendinize verdiğiniz değeri düşürmeyin ve huzursuzluk yaşayarak hayatınızın kalitesini bozmayın diyor…

Kulaklarımıza küpe olsun, hepimizin…

Sizin de…

Ve sizin de…!

10 Aralık 2010 Cuma

Dantel..

Ne kadar zarif de olsa eskiden kafamızı her çevirdiğimizde hiç istemediğimiz yerlere örtülü bulduğumuzdan mıdır nedir, dantel yorucu bir hissiyat yaratır bizim hemşerilerde az biraz. Elektrikli aletin mütemmim cüz’ü olmasından bağımsız, hayatımıza modayla ara ara girer ve sessizce çıkar. Aslında epeyce kıymetlidir çünkü el emeği göz nurudur ancak hak ettiği değere pek güçtür ulaşması.
Hayatı dantele benzettim birden de oradan çıktı bu yazı… Binbir şekilde işlenmiş, binbir motifle, folklorik desenle bezeli, irili ufaklı danteller gibi değil mi hayatlarımız?
Alıyoruz tığı, başlıyoruz inceden elimizin erdiğince işlemeye, kimimizinki derya gibi bir masa örtüsü oluyor içinde hayrete düşüren şekiller barındıran, kimimiz de tığı elimizden düşürüveriyoruz takdir-i ilahi’nin zamanlı, zamansız dokunuşuyla; yarım kalıyor elimizde avucumuzda başladığımız, belki sadece küçücük bir önlük yakası kadar…
Kim bilir belki de ne işleyeceğimizi bilmeden başlamalı, nasılsa biz göçtükten sonra bir şeye benzetecekler hayatımızı, alıp örtecekler onu neyin üzerine yakıştırıyorlarsa…

6 Aralık 2010 Pazartesi

Dokunuyor bana...

Dokunuyor bana…
Sevdiğim insanların acı çekmek istemeleri, bundan vazgeçememeleri, girdabın içini kendilerine mesken tutmaları çok dokunuyor. Elimi, kolumu, beynimi, ruhumu, kalbimi akıtmak, bir sopanın ucuna tutturup uzatmak istiyorum derine, onları oradan çıkarmak istiyorum, yapamıyorum. Yapamamak dokunuyor bana…
Ya keçeleştirmeye çalışıyorlar kalplerini, ya maskelerin ardına gizleniyorlar, ya duvarlardan duvar beğeniyorlar kilden, kerpiçten, tuğladan, ytongdan ne varsa etraflarına örecek, ya da olmadıkları bir insana dönüşmek için varlarını yoklarını buna harcıyorlar aslında başaramayacaklarını içten içe bilerek…
Bu kadar u-mutsuzluk dokunuyor bana…
Coelho’nun eserinden uyarlanma bir film seyrettim az önce. “Veronica decides to die” – “Veronica ölmek istiyor” demişler adına. Umutsuzlukla başlayıp mutluluğa vardı film ama o tanıdık yüz ifadeleri içime kazındı, şimdi de çıkmıyorlar bir türlü zihnimden. Eşime, dostuma benzetmek o filmdeki karakterleri, dokunuyor bana…
Sen de dokunuyorsun bana… Heyecanın, telaşın, kendinden kaçma hevesin, başka biri olursan mutsuzluğundan ve hezeyanlarından kurtulacağını sanman kalbime dokunuyor. Ellerini tutmak istiyorum sıkıca, “canım benim, bir başka yol daha var” demek istiyorum. Bunu dememe ramak kalmışken her seferinde kayıplara karışman dokunuyor bana… Ukalaca okuduğun “o bildiğinin” de aslında hiçbir boka yaramadığını görmek dokunuyor bana…
Usulca, hayır son derece hoyratça dokunduğun kalbimin, çaresizce var olan dokunulmuşluğu artık dokunuyor bana…
Şahit olduğum bunalımına üzülüp üzülüp de bir damla gözyaşı bile dökememek dokunuyor bana…
Kendim için yıllarca neden bilmem zırıl zırıl ağlayıp da şimdi sana ağlayamamak dokunuyor bana…
Çok dokunuyor be canım…

3 Aralık 2010 Cuma

Metruk...

Senin davranışların, üslubun ve tutumun, bana "hayatta en nefret ettiğim şeyler" diye bir kavram olduğunu gösterdi… Ne acı...!

İnsanın bakış açısı, hayat görüşü, duruşu çok kolay değişmese de revizyona uğruyor elbet zaman içinde. Yerimizde saymak ve bir lokmacık dahi değişmemek marifet değil zira. Hayat ve iletişim gereği alıyor, veriyoruz. Duygularımızı, kalbimizi, düşüncelerimizi ve ruhumuzun derinliklerini, karanlıklarını, alışveriş metası haline getiriyoruz ister istemez. Bu yaşanmışlığın sadece ruhsal değil, fiziksel bütünlüğümüzde, görünümümüzde de yansımaları oluyor elbette… Yaşıyor ve değişiyoruz. Bakışlarımız kimi zaman parıldıyor, kimi zaman derinleşiyor, kimi zaman buğulanıyor, bazense donup kalıyor. Dudaklarımız yukarı kıvrılıyor, gözlerimizin kenarında küçük kırışıklıklara sebep oluyor. Gülüyoruz… İzleri belirginleşip kalıcı oluyor yüzümüzde. Endişeleniyoruz, hop iki kaş arasına yerleşmiş bir türlü silinmeyen iki ince çizgi… Nedense dudaklarının iki ucu yukarı kıvrık insanlara daha çabuk ısınırım yıllardır.. Sanki gülmek üzerelermiş gibi görünürler gözüme.
İnsanlar değil sadece yaşananın izini taşıyan… şehirler, sokaklar, evler… Birkaç zamandır pırıl pırıl ve bakımlı evlerdense metruk ve bakımsız, eski püskü binaların ışıltısı daha özel gelmeye başladı bana. Yaşanmışlıkları çatlaklarında, dökülen sıvalarında, eksik tuğlalarında ve kırık tırabzanlarında barındırdıkları için. Gençliklerinde çenelerini sıkı sıkı tutup artık konuşmaya, dökülmeye başladıkları için..
Evler mahremdir. İçinde yaşayanların sesi sinmiştir duvarlara, kokusu da havasına karışmıştır. Kavgalar, mutluluklar, hüzünler ve eğlenceler yaşamış, sığınak olarak ellerinden geleni yapmışlardır efendilerini “her bir şeyden” korumak için.
Çocukluğum Çapa ve Ataköy’de geçti. Ama esas Beyazıt’ta diyebilirim. Yuvam oradaydı çünkü 4-5-6 yaşımı hep orada geçirdim, ardından yazları Mediko’da çocuk doktoru olarak çalışan annemi ziyaretlerimde Süleymaniye Çocuk Kütüphanesi’nde geçirdiğim vakitler, sahaflar, Mediko’nun arka bahçesindeki özel anaokulu ve bir sürü incir ağacı aklımda iz bırakanlar… En sevdiğim ağaçtır incir ağacı, belki de kokusu beni mutlu çocukluğuma geri yolladığından, onun varlığına bir nefes uzaklığında olduğundan…
Bir süredir yine Vezneciler’de, Beyazıt’ta sonra da Çukurcuma’da dolaşmak, düşünüp yazmak istiyorum kendim için, yine kendime. Oradaki dokunun besleyici olduğuna inanıyorum, ya da zamanın popüler deyimiyle antioksidan… Kim bilir belki de ruhumuzdaki toksinlerden arınma yöntemi budur, en azından benim için.
Her insanın hayatında en az bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Tüm planın bozulduğu, bazı şeylerin tepetaklak gitmeye başladığı, öfkenin, hüznün, umutsuzluğun kabardığı… Bazen bir yakını ebediyete yolcu etmekle, bazen işsiz parasız kalıp üçün beşin hesabını yapmak zorunda olmakla, bazen başka bir yere taşınmayla, bazen “yalnız” kalmakla, bazen de fazla kalabalıklaşmakla… Genelde istem dışı..!

1 Aralık 2010 Çarşamba

Cadı

Cadı…

Nedense bu aralar büyüye taktım. Cadı filan olmak istiyorum galiba…

Kedi halihazırda var, heves de var bolca, saçımı da kızıla boyattım mı olur mu acaba? De ki oldu, bıdı bıdı bir şeyler mırıldanıp elimdeki kalemi uzattım, ve sonra hooop, aa bir saniye, mola mola…! Neye uzattım? Bilmiyorum. Peki, kime uzattım o halde? Onu da bilmiyorum! Sanırım problem burada başlıyor, hem de öyle yenilir yutulur bir lokma değil bu sorun. Ne istediğini, veya kimi istediğini bilememek…!!

Kendimizi kötü veya moralsiz hissettiğimizde sarıldığımız quantum fizik kitapları veya secret-imsi düşünce biçimleri hepsi bas bas ne diye bağırıyorlar? (bu arada bunları çok ciddiye aldığımdan değil, yanlış anlamayınızJ) ama bağırıyorlar işte, dedikleri de “ne istediğini bil ve ona odaklan.” O kadar kolay mı ne istediğimizi bilmek? Ne istediğini bilmek ve bundan emin olmak için çok fazla şey görmüş ve arasından “o da değil, bu da değil, şu da değil, aaa bu…! İşte bu, ben bunu istiyorum!” demek gerekmiyor mu? Madem o kadar çok şey yaşamadık, nereden biliyoruz ki dilediğimizin bize bizi uzun süre idare edecek kadar mutluluk bahşedeceğini? Bilmiyoruz, doymuyoruz, fazlasını istiyoruz. Hep değil ama genelde, hepimiz değil ama çoğumuz!

İnsan hayatının ana eksenleri nedir? Veya olmazsa olmazları diyelim; sağlık, aile, aşk ve iş değil mi? Para demeyeceğim, o da işle bağıntılı zira yahut mirasla ki onun da aileye dair bir ilintisi var. Sağlık evet hepimiz burada istediğimizi biliyoruz. Sağlıklı olmak! Ha alkol ve sigaraya yapışıp duruyoruz, çelişiyoruz ama neyse buna girmeyeceğim, orası Osman Müftüoğlu’nu ilgilendirir. Aileye gelince kimimiz şanslıyız, ailemiz eğer bir seçme şansımız olaydı tam da seçeceğimiz aile tipi gibi çünkü kimimiz ise şanssızız ama değiştirebileceğimiz pek bir şey yok burada… aşk ve iş konularında ise biraz daha inisiyatif sahibiyiz değil mi? E tamam, demin dedik cadısın/büyücüsün hadi şunu istiyorum de, bu adamı/kadını istiyorum de. Hmmm o kadar kolay değil işte!

Müsaadenizle kadın erkek durumundan başlayacağım. İstediğimiz adam/kadın neden olmadı yahut oldu da bitti maşallah? MUTLU olunmadı çünkü! Ya o olmadı çekti gitti, ya da siz sevmiştiniz ama bitti. Aynı insanın vücudunda, aynı insanın ruhunda başka davranışlar aradınız belki, ama benim yaşlardakiler artık hamur gibi yoğrulmuyorlar, gidiveriyorlar. Mutsuz olanı, arkasına dönüp gideni niye isteriz ki? “İlla bununla mutlu olucam, bu da benimle mutlu olsun” demek ne kadar aptalca ve çocukça! (çocukça olduğu anlaşılsın diye –olucam- yazdım) Bir şekilde hepimiz aşk acısı çekmedik mi? veya çekmiyor muyuz? Ya da gideni özlemiyor muyuz? Mutlu olmadığımız veya etmediğimiz insanı mı istiyoruz hala yani? Asamızı ona mı doğrultuyoruz? Evet diyorsanız bencilsiniz, bencillikle, tutturmakla, inatla mutluluk gelmez. Evet demiyorsak kim var karşımızda? Uzaktan beğendiğimiz, henüz bir şey veya pek bir şey yaşama fırsatını bulamadığımız insan mı? Aaah ah, neler yüklüyoruz o insancığın sırtına! Kırılmışlığımızı tamir etsin, bizi mutlu etsin, başucumuzdan ayrılmasın, saçımızı filan okşasın, güçlü olsun ama kaba olmasın, sevecen olsun ama boğmasın, huzurlu olsun ama baymasın, tutkulu olsun ama vur diyince öldürmesin, sakin olsun ama monotonlaşmasın, bunları yaptı ama yetmez çorbayı hüpleterek içiyor dolayısıyla yukarıda saydıklarımızın kıymeti yok, adam amele…! Böyle bir adam da yok kadın da, bu durumda benim de şimdilik kimsem yok… sizin varsa ne güzel…

İşe gelince… bazılarımız yaptığı işle çok mutlu, bence bu büyük bir şans veya beceri veya doğru tercihe yönelmeyi sağlamış sivri bir zekaya işaret. Çoğumuz ise mutlu değil. Ressam mı olsaydım, psikolog mu, yok yok mimar, ha bir dakika organik tarım yapayım, ya da ben fena yazmıyorum, yazar olsam (bu ben – bencilce), yaaa evimin kadını/adamı olayım, hayıır atlet, heykeltraş veya veteriner olayım yahut Osmanlıca öğreteyim falan filan… Hiç bunların birini denedik mi? Karar verdik mi, hangisini olacağız? Maymun iştahlılığı bırakıp birinde sebat edecek miyiz?

Neyse, sonuç itibariyle diyeceğim şudur ki elimizin altında en güçlü iksirler olsa da, binip uçabileceğimiz bir süpürgemiz olsa da esas önemli yegane cüz, bilinçli ve daimi arzu! O varsa belki başka bir şeye ihtiyacımız da yoktur, kim bilir? Denemeye değer, kesinlikle değer! Klişeleri, konforu boş verip arzulamaya, çabalamaya, en azından aynı noktada inançla durmaya değer. Şimdi inanmıyor olabilirsiniz ama bir gün çocuk hukuku konulu yüksek lisans tezimden başka bir kitabın üzerinde adımı görürseniz belki biraz daha…

Brida’yı okuyayım hele, devamı gelecek!

29 Kasım 2010 Pazartesi

Çember...

Çember…

Alanımız… “Bizim alanımız” nedir? Çember çizelim etrafımıza ve geçip tam da merkezine dikilelim, sonra da bir bakalım çizdiğimiz farazi çemberin çapına…! Kaç santim? Kaç metre? Veya kilometre mi? Orası işte “bizim” alanımız. İçine neler koyarız? Kişiden kişiye değişir. Kimisi hayata ve paylaşıma dair pek az şeyi bırakır çemberin dışında, kimisi ise daha adildir, kalem kalem olmasa bile içerik, ağırlık olarak, ehemmiyet olarak eş bir dağıtım yapar çizginin içine ve dışına… “ya içindesindir çemberin ya dışında” deyişine alternatif olarak “ya içine çekersin hayatını çemberin ya da paylaşırsın eşle dostla” demek istiyorum.

İçinde yaşadığımız dönemde çemberlerin çaplarının gün be gün (böyle mi yazılıyor bilemedim) uzadığına tanık oluyorum biraz da içim acıyarak ve hayıflanarak. Yalnızlaşıyoruz, “bizim” dediğimiz alana gittikçe daha obsesif bir şekilde sarılarak, oraya dizdiğimiz taşların bir tanesinin bile kıpırdamasına tahammül göstermeyerek.

Çemberler üzerine daha bir hayli yazasım var; hepsi o kadar farklı ki birbirinden! Kimisinin içi rengârenk, kimisinin içi kapkara. Bilerek ve isteyerek veya –mış gibi görünebilmek amacıyla özenle çizilmiş. Çembere karakterimiz diyebilir miyiz? Sesli düşünüyorum, hayır tam olarak karşılamıyor bu kavramlar birbirini, pekâlâ devam edelim. Yaşa göre değişiyor çemberin genişliği, alanının büyüklüğü, içinin derinliği. Genç yaşlarda heves ve tecrübesizlikle tüm gönlümüzü ve hayatımızı, aklımızı fikrimizi paylaşıma açarken yaş ilerledikçe farklı bir lensle bakar oluyoruz dünyaya, iş hayatına, dostluklara ve kadın-erkek ilişkilerine. Keşke o lens hala pembe olsa, artık biraz koyu yeşile çalıyor benimki, hafif bir melankoli var yani… veya yaşanmışlık. Bizim olanı, dostlarımızı, kedimizi, kıyafetlerimizi, müzik cd-lerimizi paylaşıma açmıyoruz artık eskisi gibi bonkörce! Bizim onlar! Bi-zim! Be-nim!

Aşka, sevgiye, dostluğa, kısacası paylaşıma ne kadar hasret ve aç olursak olalım, o mecralardan sevilesi bir yar çıkıp gelince ve çemberin çizgisinin dibine dikilince ayağını içeriye doğru atarken daha, yüreğimizin “hop”lamasıyla birlikte ağzımızdan da canhıraş bir “hoop!” sesi çıkıveriyor. Ya çemberimi karıştırırsa? El emeği, göz nuru çemberimizi ve içindekileri paylaşmaya, sahiplenmeye çalışırsa? Huzurumuz diyebilir miyiz çembere? Bilmiyorum… Sanmıyorum… Pekâlâ devam edelim!

Ama bir dakika, buralarda yanlış olan bir şeyler var… Kendimden hareketle bahsedeyim, karşımıza çıkan yar, affedersiniz hödük ise, bir nevi cazibe pırıltısı mı barındırıyor bünyesinde ne? Çünkü çemberimizle, onun içi veya dışı ile hiç mi hiç ilgilenmiyor adam/kadın, bırakın girip o alanı kurcalamak… Dolayısıyla cazibesi özgürlüğümüze ilişmemesi açısından baki kalıyor. Çember eşittir özgürlük müdür? Dur bakalım, emin değilim. Diğer tipoloji insanı ise gözlerinde sevgi parıltısı ve kocaman açtığı kollarıyla çemberimizin içine adeta hoplayıveriyor!

Tecrübelerimden hareketle, her ne kadar ıssız arkadaşlar kalbimizi kırsalar, canımızı acıtsalar da cürümleri, pardon sevgisizlikleri kadar yer yakarlar! Diğerlerinin açtığı yaraların kapanması ise çok ama çok uzun zaman alıyor… Onlara güveniyoruz, başta hayatımıza sokmamak veya çemberimizin sınırında gece gündüz nöbet tutarak, her çıtırtıya kulak kesilerek horozlanıyoruz ama bunun da sebebi savunma mekanizması denilen şeyin doğamızda olan mevcudiyetinin hayatımıza tezahür etmesi değil mi? Çember eşittir savunma mekanizması mı? Onu da pek bilemedim…

Ne diyorduk? Evet onlara güveniyoruz; “o” dediğim dost veya yar ikisinin de adını kalbimize yazmıyor muyuz zaten? Kaybetmekten korkmuyor muyuz? Bir farkı yok, ikisi de hayat yolunda yarenlik ediyor bize, biri- birinden daha değerli değil.

Dolayısıyla ıssız, hissiz, sığ veya ketum insanların hayatımızdaki mevcudiyetleri veya yoklukları çok büyük bir mana veya boşluk arz etmezken, sevgi dolu, dürüst ve doğal insanların varlıkları umut ve huzur, ışık ve renk getiriyor, yoklukları ise umutsuzluk, huzursuzluk, karanlık ve kara-lığa yol açıyor ruhumuzda, evimizde, dünyamızda, geleceğimizde. O halde çemberimizin genişlemesine sebep olanlar ıssız hödükler değil, sevgi kelebekleridir diyebilir miyiz? Bence EVET.

Peki, hayatta hiçbir şey sonsuz değildir düsturuna kalben ve zihnen katılan biri olarak ne yapmalıyım? Tek lokmalık güdük ilişkilerle içimi kuruturcasına biraz kırmızı (hafif tutku içeriyor olabilir-manasında) bir yaşam mı sürmeliyim? Yoksa çemberimin genişlemesi pahasına bana yüreğini açana yüreğimi açarak, elinden tutup mahremime alarak, paylaşarak, paylaşarak, çoğaltarak mı geçirmeliyim hayatımın devamını? Sonra giderse üzüleceğim şimdiden kasayım kendimi, üzemeyecek olana yönleyim mi? Yoksa seviliyorum ne güzel, sevgiye layık görülmek bir insanın ulaşabileceği en tepedeki tahttır diyerek tadını mı çıkarmalıyım?

Bu yazıyı bu kadar uzatmamın sebebi önünde iki seçenek olacak kadar şanslı veya şanssız bir insan olmam!

Ve henüz karar verememiş olmam…

Ve henüz çemberi tanımlayamamış olmam…

12 Kasım 2010 Cuma

Çalakalem

“Kız çocuğu” yazı yazmaya hangi vesile ile başlar…
Âşık olunca sanırım en azından benim için öyle oldu. Sonra da öyle devam etti. Dönüp bakınca en çok içimi sızlatan şeylerden biri 13 yaşındayken yani ilk âşık olduğumda doldurduğum defterleri, bir ara kapıldığım anlık öfke seliyle birlikte fırlatıp atmış olmam… Herhalde biriktirdiklerimin içindekilerin en kıymetlileri olurlardı şimdi, ama yok işte.
Olsun, elde var sıfır DEĞİL, kalp hala aynı kalp, anılar hala yerli yerinde, ilk aşk heyecanının verdiği o garip coşku da hala içimde bir yerlerde. Ara ara kimilerine görünüyor, bastırılmıyor. Zaten ben duygularını bastıran, sakin bir insan olamadım pek. Hep bir şeylere kapıldım sürüklendim; bazen öfke seline, bazen sevgi seline, tutku, arzu, isyan seline… Hepsi bir şekilde iç içe değil mi zaten?
Bu yazıyı niye yazıyorum onu anlatacaktım aslında… Heyecanlıyım çünkü ilk defa bir blogum olacak can dostlarımın da desteklemeleriyle :) Bana heyecan vermesinin sebebi birden çok kişiye ulaşacak olması yanında, günlüğümü birilerine okutacak olmam! Çünkü yaşadığım şeyleri yazmayı seviyorum; birebir kendi yaşadıklarım veya duyduğum gerçek hikâyelerin beni etkileyip yoğurmuş, bende bir şeyleri şekillendirmiş olmaları heveslendirip oturtuyor beni bilgisayarın başına. Aslında çok klasik bir insanım, öyle görünmesem de eskiye ve elle tutulur olana çok bağlıyım. Sıvaşan mürekkep ve çevrilmekten buruşan sayfaların yerini dijital hiçbir şey tutamaz; bu da bitmek tükenmek bilmeyen bir kitap yazma hevesine getiriyor ki, oraya varmak için daha çok fırın ekmek yemeliyim, farkındayım. Acemilikten korkan birisi için bu adımlar bile cesurca diye düşünüyorum, yazdıklarımı okumaya değer bulduğunuz için de size tekrar teşekkür ediyorum…
Aşk ve yazı ilişkisinin başlangıcına geri dönecek olursak; o ilk defterlerin saflığını pek az şey karşılar. Kim bilir neler vardı içinde? “Onu seviyorum, seviyorum. Allah’ım ne olur bugün karşılaşalım” gibi şeyler hatırlıyorum yarım yamalak… kar-şı-la-şa-lım!!! O yaşlardan bu yaşlara ne çok şey değişti değil mi? Karşılaşmak en kıymetli şey iken gittikçe arzular ve istekler başka boyutlara varmaya sonunda toplumsal bir itelemeyle de birlikte ev-le-ne-lim’e varır oldu. El ele tutuşmak, öpüşmek, sevişmek, sohbet etmek, hep bir arada olmak, aynı evde yaşamak, hayatları imza yoluyla birleştirmek yolunda hangilerini kalben içimize sindirdik, hangi noktaya gerçekten isteyerek vardık, hangileri ister istemez peşi sıra geldi bilemiyorum. Öyle olması gerektiği için yaşanan o kadar çok hikâye duyuyorum ki… Bu hikâyelerin bir yerlerinde çalakalem başlayan yazı susuyor, öyle değil mi? O rutinin içinde neyi yazayım diyorsunuz… Ben dedim.
Sonra güllük gülistanlık rutin rayından çıkmaya başlıyor, sarılıveriyoruz yine kâğıda kaleme, içimizi dökeceğiz yahu, insanız; biz de bir şekilde rahatlayacağız. Derinlerde bir yerlerimiz acıyor, çok acıyor ama bakıyoruz paylaştıkça kabuk bağlamaya başlıyor; defterle veya dostlarla, fark etmez, kendimizi iyileştirmeyi biliyoruz; sonra bir bakıyoruz kabuk düşmüş altından kan filan sızmıyor artık. Acı yok :) rahatlamışız, kendimize güvenimiz yerine gelmiş… İzlere gelince bazıları hala yerli yerinde duruyor derini/incesi, hatırlatmak için bize yaşadıklarımızı, neyi niçin yaptığımızı, kimin niye peşinden koştuğumuzu, hangi yola niçin girdiğimizi, bu noktaya nasıl geldiğimizi… Yıllar geçtikçe onlarla daha güzel olduğumuzu düşünüyorum, bizi işlenmemiş altından (tamam biraz egosantrik oldu) mücevhere dönüştürdüğü için… Küpeyle, bilezikle, kolyeyle, yüzükle dolaşmak daha zarif ve güzel ve çekici ve gizemli değil mi, pırıl pırıl bir altın parçası olmaktansa? Aynaya bakıyorum ve 13 yaşındaki kız çocuğundan daha güzel buluyorum kendimi; gözlerim daha manalı bakıyor, duruşumdaki ağırlığı daha çekici buluyorum… Hepimiz değerliyiz, altınız ama işçilik var ya bir de yılların getirdiği, o işte paha biçilemez, bence! Bunu da belki, kısmen, bizi bu noktaya getiren, arkasından bin bir türlü gözyaşı döktüğümüz, camı çerçeveyi indirdiğimiz ve aslında buna değen/değmeyen aşklarımıza borçluyuz…
Ne olur aşk hiç bitmesin ve biz hep yazalım!