3 Aralık 2010 Cuma

Metruk...

Senin davranışların, üslubun ve tutumun, bana "hayatta en nefret ettiğim şeyler" diye bir kavram olduğunu gösterdi… Ne acı...!

İnsanın bakış açısı, hayat görüşü, duruşu çok kolay değişmese de revizyona uğruyor elbet zaman içinde. Yerimizde saymak ve bir lokmacık dahi değişmemek marifet değil zira. Hayat ve iletişim gereği alıyor, veriyoruz. Duygularımızı, kalbimizi, düşüncelerimizi ve ruhumuzun derinliklerini, karanlıklarını, alışveriş metası haline getiriyoruz ister istemez. Bu yaşanmışlığın sadece ruhsal değil, fiziksel bütünlüğümüzde, görünümümüzde de yansımaları oluyor elbette… Yaşıyor ve değişiyoruz. Bakışlarımız kimi zaman parıldıyor, kimi zaman derinleşiyor, kimi zaman buğulanıyor, bazense donup kalıyor. Dudaklarımız yukarı kıvrılıyor, gözlerimizin kenarında küçük kırışıklıklara sebep oluyor. Gülüyoruz… İzleri belirginleşip kalıcı oluyor yüzümüzde. Endişeleniyoruz, hop iki kaş arasına yerleşmiş bir türlü silinmeyen iki ince çizgi… Nedense dudaklarının iki ucu yukarı kıvrık insanlara daha çabuk ısınırım yıllardır.. Sanki gülmek üzerelermiş gibi görünürler gözüme.
İnsanlar değil sadece yaşananın izini taşıyan… şehirler, sokaklar, evler… Birkaç zamandır pırıl pırıl ve bakımlı evlerdense metruk ve bakımsız, eski püskü binaların ışıltısı daha özel gelmeye başladı bana. Yaşanmışlıkları çatlaklarında, dökülen sıvalarında, eksik tuğlalarında ve kırık tırabzanlarında barındırdıkları için. Gençliklerinde çenelerini sıkı sıkı tutup artık konuşmaya, dökülmeye başladıkları için..
Evler mahremdir. İçinde yaşayanların sesi sinmiştir duvarlara, kokusu da havasına karışmıştır. Kavgalar, mutluluklar, hüzünler ve eğlenceler yaşamış, sığınak olarak ellerinden geleni yapmışlardır efendilerini “her bir şeyden” korumak için.
Çocukluğum Çapa ve Ataköy’de geçti. Ama esas Beyazıt’ta diyebilirim. Yuvam oradaydı çünkü 4-5-6 yaşımı hep orada geçirdim, ardından yazları Mediko’da çocuk doktoru olarak çalışan annemi ziyaretlerimde Süleymaniye Çocuk Kütüphanesi’nde geçirdiğim vakitler, sahaflar, Mediko’nun arka bahçesindeki özel anaokulu ve bir sürü incir ağacı aklımda iz bırakanlar… En sevdiğim ağaçtır incir ağacı, belki de kokusu beni mutlu çocukluğuma geri yolladığından, onun varlığına bir nefes uzaklığında olduğundan…
Bir süredir yine Vezneciler’de, Beyazıt’ta sonra da Çukurcuma’da dolaşmak, düşünüp yazmak istiyorum kendim için, yine kendime. Oradaki dokunun besleyici olduğuna inanıyorum, ya da zamanın popüler deyimiyle antioksidan… Kim bilir belki de ruhumuzdaki toksinlerden arınma yöntemi budur, en azından benim için.
Her insanın hayatında en az bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Tüm planın bozulduğu, bazı şeylerin tepetaklak gitmeye başladığı, öfkenin, hüznün, umutsuzluğun kabardığı… Bazen bir yakını ebediyete yolcu etmekle, bazen işsiz parasız kalıp üçün beşin hesabını yapmak zorunda olmakla, bazen başka bir yere taşınmayla, bazen “yalnız” kalmakla, bazen de fazla kalabalıklaşmakla… Genelde istem dışı..!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder